Bugün bunca zamandır heyecanla, gerginlikle, ayrıntıları kovalayarak hazırlanmış olduğumuz GBI Avrupa bisiklet etkinliğinin ilk günü. Kimimiz birkaç ay önce yeni bisikletler satın aldı, kimimiz özel antrenman programları uyguladı, kimimiz kilo vermeye baktı, kimimiz başkaları için koşturdu… Ve başladı.
İlk güne özel bir tören oluyor. Kaptanımız İlhan’ın kararıyla biz törene kalmadan yola çıktık. DÜn akşam kaptanın bize verdiği brifingde grupları da belirlemiştik. Uzun parkuru seçen dört kişi olduk. Ayrıca törene kalmayı istemiş olanlar vardı. Kaptan onların başına eskilerden Karakaş’ı takım lideri olarak görevlendirdi. Ayrıca iki grup daha yapıldı, bisiklet sürme hızlarına bakarak. Birinde kaptan liderdi, diğerinde Gököz.
Duyduk ki, Karakaş kendi grubunu iki yıl önce kullanmış olduğu navigasyon haritalarıyla götürmüş bir süre boyunca. Onu nasıl yaptı, bilmiyoruz. Ama sonra duyunca çok güldük.
Gököz’ün grubu her zamanki sürüşlerini yapmış ve uygun bir zamanda parkuru tamamlamıştı. Kaptan’ın grubunda ise bisiklet deneyimi çok az olanlar vardı; onlar da eski posta trenleri gibi gelmişler. Ama, bugünkü 100+ km.yi herbirimiz tamamlamış olduk.
İsveç ve özellikle bizim izlediğimiz güzergah yemyeşil ve deniz kenarından ilerledikçe, ağaçların arasındaki yollardan ilerledikçe gıpta ettiğimiz güzellikler gördük. Ülkemizin güzelliklerini az gördüğüm anlaşılmasın. Ama bunlar da çok güzeldi. Güzel evleri bakımlı ve tertemiz bir doğa.. Bisiklet yollarını da öyle güzel yapmışlar ki…
Bisiklet yolları her ne kadar çok olsa da, gerek dün Göteborg’da dolaşırken, gerekse de bugün yollarda taşıtlarla karşılaştığımızda fark ettiğimiz önceliğin bisikletlere verildiği idi! Evet, yanlış okumadınız. Öncelik bisikletlerde.
Sonuçta varış noktasına geldik. Biraz dinlenirken ekibin geri kalanı yavaş yavaş sökün etmeye başladı. Eşyalarımızı alıp otele gitmeye hazırlanırken öğrendik ki, Erkan ayakkabısını Göteborg’da unutmuş. Erkan’ın anlaşılan ayakkabı tanrısı ile arası hiç iyi değil. Adamın da ayakları 46 numara. Ne yapıp edip ayakkabı tanrısı ile arasını düzeltmesinde yarar var.
Otele yerleştik. Duşumuzu aldık ve hemen kendimizi dışarı attık. Restoranlar saat 20:00’da kapanıyor. Biraz daha gecikseydik aç kalacaktık. Neyse, hamburgerci bulup karınlarımızı güzelce doyurduk. Hazırlıklarımızı gözden geçirdik ve sonra da tumba yatak!
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
Bu sabah otelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra bisikletlerimizle şehri dolaşmaya karar verdik. Sait bisikleti için bir mağazaya gidip yol bilgisayarı alırken biz de Erkan için bisiklet mağazalarından birine girdik. Adamda boy var. Güya burası Vikinglerin ülkesi ama, yok. Başka mağaza bulduk; onda da yok. Erkan mahçup; hepimize bira ısmarlama sözü verdi. Üçüncü bir mağazaya gittik ve orada da bulamadık. Eh, Erkan vazgeçti galiba derken, bir grup amusement parka gitti.
Amusement park İskandinav yarımadasının en büyük lunaparkı imiş. Oraya giden Hakan ve Gül, Mali ve dottoressadan uzun bir süre haber alamadık. Ta ki akşamki toplantımıza dek. Sonra bir de baktık ki, kocaman bir Toblerone ile gelmişler. Onca zaman ne yaptılar bilmiyoruz ama, en azından elleri boş dönmemişlerdi. Hepimiz o çikolatadan bol bol yedik.
Bizse botanik parka gittik. Erkan ayakkabıcıya gitmişti ve Ayten de onunla idi. Sait ve Suavi’den haber yoktu. Botanik park nefis bir bahçe ve çok sayıda bitki çeşidi barındırıyor. Derken Erkan ve Ayten de sevinçli haberler geldiler; aranan ayakkabı bulunmuştu. Onlar kendilerini botanik bahçesinin güzelliklerini keşfetmeye verirken biz de iyice acıkmıştık. Kaptan’In aramaları sonucunda iyi notlar almış olan bir hamburgercide oturup midelerimizdeki boşluğu doldururken Sait de bize katıldı.
Bu arada Türkiye’den yeni gelen grup otele varmış, bisikletlerini toplamış ve şehri de dolaşmaya çıkmışlardı. Kısa dolaşmışlar ki, akşamüstü toplantımıza geç kalmasınlar.
Sonra otele bizden de döndük. GBI kayıt işlemleri derken toplandık. Kaptan sürüş disiplinimize ilişkin bilgilerini verdi. Umuda Pedal olarak yapacaklarımızı gözden geçirdik. Yemeklerimizi yedik. Biraz söyleşiler. Artık yarına hazır olmak için yatma zamanı. İyi geceler…
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
İstanbul-Göteborg uçuşunu iki ayrı grup halinde yaptık. GBI 2018’de Türkiye’den toplam 32 kişiyiz.Ben ilk gruptaydım ve biz 29 Haziran günü geldik. Uçağımızın kalkış saati 07:30 idi.Şefik ve ben erkenden hava alanına varmayı kararlaştırmıştık. Beni alacak araba eve 03:00’de geldi. Şefik’i de aldıktan sonra 04:30 dolaylarında alana varmıştık. Check-in, alandaki işlemler vs. derken uçakla ver elini Göteborg. Sonrası da otobüsle otele yolculuktu.
Otelimize varır varmaz ilk işimiz bisikletlerimizi kutulardan çıkarıp toplamak oldu. Yine yardımlaşma ile, dayanışma ile. Bütün bunları yaptığımızda saat daha yeni öğle saatlerini bulmuştu. Hava da nasıl güneşli, nasıl sıcak. İsveç’te miyiz, Türkiye’de mi; fark etmemişti. Biz de otele yakın bir duraktan tramvaya bindik ve Göteborg şehrinin içlerini keşfe çıktık.
Erken yol öncesi çalışmıştı. Göteborg’da bizi hemen bir balık pazarına götürdü. Balık ve deniz ürünleri satılıyor ve isteyenlere de servis ediliyordu. Eh, acıkmıştık da. Kimimiz somon yedik, kimimiz midye, kimimiz karides…
Sonra biraz da çevre yürüyüşü yaptık yorgun adımlarla. Haga isminde sempatik bir yerde dolaştık. Çok eski bisikletlerden vitrinine koymuş bir bisiklet tamircisinin dükkanını vitrinden görebildiğimizce, şaşkınlıkla inceledik. Bir kafeteryada pasta-kahve molası. Sokaklardan çok az araba geçiyor olması ilginçti, Göteborg’un.
Derken, enerjisi tükenmemiş olanlar çevreyi gezmeyi sürdürürken ben ve birkaç kişi otelimize döndük ve erkenden tumba yatak. Bu arada, benyatağa girdiğimde saat 21:00’i gösteriyordu; ortalık da günlük güneşlikti. Hiç etkilenmemiş, uyuyakalmıştım.
Geçen yıl (2016) Şefik ve ben hastanemizden, hastanemizin de desteğiyle GBI Europe bisiklet yolculuğuna katılmıştık. İlk kez katıldığımız bu yolculuk bizim aynı zamanda mesafe olarak da ilkti. Viyana’dan Berlin’e bisikletlerimizle, dere tepe demeden yolları aşarak gitmiştik. Bu arada belirtmeliyim, onca yolun sonunda “bir daha katılmam” hissi içimde haylice baskındı. Ancak, aradan birkaç hafta geçince, kendime yeni bir bisiklet aldım ve “Bir daha mı? Neden olmasın?” dedim.
Bu sene de Şefik ve ben katılmaya karar verdik. Hastanemizden bu kez bir kişi daha bize katılmaya karar verdi: Burcu. Üçümüz hastanemizi temsilen, hastanemizin de candan destekleriyle bu yılki GBI Europe’da pedallayacağız.
Bu yıl (2017) GBI Europe farklı bir güzergah izleyecek. Londra’dan Düsseldorf’a gideceğiz. Altı gün sürecek bu yolculukta günlük sürüşler, son gün hariç 100-120 km dolayında. Laf aramızda, beşinci gün tercih edenler için 195 km.lik bir parkur seçeneği de sunulmuş!
GBI, bisikletle ilgili organizasyonları saygı duyduğumuz bir amaçla gerçekleştiren, gönüllü çalışılan bir kuruluş. GBI açılımı, Global Biking Initiative (Küresel Bisiklet İnsiyatifi). Amaçları da bisikletleriyle katılanların kendi ülkelerinde seçmiş oldukları kuruluşlara yardım toplamaya çalışmaları. Geçen yıl bizler Kanser Savaşçıları Derneği’ne destekte bulunmaya çalışmıştık. Bu yıl da aynısını yapacağız.
Bu yıl geçen yılki katılıma göre farklarımız var. Geçen yıl Türkiye’den 23 kişi katılmıştık. Bu yılsa katılım çok daha az; toplam 10 kişi katılıyoruz. Bunda bir etken katılım için iki ayrı vize (Schengen ve İngiltere) gerekliliği ve maliyeti. Bununla birlikte hastanemizden katılanların oranı çok arttı: Türkiye grubunun %30’u İstanbul Florence Nightingale Hastanesi’nden. Ayrıca, Şefik ve benim geçen yıla göre daha deneyimli olduğumuzu belirtmeliyim. Eh, bu aralar fena da antrenman yapmadık. Hedefimiz yüzümüzün akıyla, yarasız beresiz bu mesafeyi tamamlamak.
Dünyadaki etkinliklerden duyduklarımız, saygı duyduklarımız, ağzımız açık kalarak izlediklerimiz, beğendiklerimiz olmuştur. Birçoğunda o etkinlikte yer alan kişinin(lerin) emeklerini bir uğurda, bir kişiye, bir olguya, bir zorluğa adadıklarını görmüşüzdür.İşin bu bölümü ise baktıkça uzak kalmış olduğumuz bir yanıymış, meğer. Düşünsenize, onca ter, onca eziyet, onun geçmişindeki onca hazırlık, risk, kaygı… Hepsini bir ya da iki sözcükle ifade edebildikleri bir amaç uğruna gerçekleştirmiş oluyorlar.
Bizim yaptığımızın ölçek olarak onlarla karşılaştırılabilir yanı yok. Ama bilinmesini de isteriz ki, kendi boyumuz posumuza göre yaşamımızdaki en zorlu performanslardan biri bizi bekliyor. Şefik ve ben ikinci kez katılacak olsak da, vücutlarımız birer yaş daha yaşlandı ve üst üste altı gün süreyle pedal basmak, her bir gün yüz küsür kilometre yol katetmek, haylice tırmanışlar yapmak bizim için bu sürüşü şimdiden ultramaratona dönüştürmüş durumda.
Burcu ise yaman kız. Hastanemizde bütçe planlamada çalışmaya başlaması çok eski değil. Onunla ilk tanışmam, bisiklet merakı nedeniyle olmuştu. Bisiklet sürmek için arayışları varken, hastanemizden sordukları kişiler beni işaret etmişler. Geldi, tanıştık ve izleyen Pazar günü Beşiktaş’ta buluşmaya karar verdik. Binmiş bisikletine Bakırköy’den; geldi Beşiktaş’a. Biz bisikletçiler Pazar sabahlarını, erken saatlerini pek bir severiz. Trafik çok azdır. Güvenle ve hızla bisikletlerimizi kullanabiliriz. Gelgelelim, o Pazar o saatlerde ortalık karanlıktı. Ona rağmen Burcu basmış pedalına, gelmişti Beşiktaş’a kadar.
Şefik Gayrettepe Florence Nightingale Hastanemizde çalışıyor. Kendisi Radyasyon Onkolojisi uzmanı, dahası Profesörü. Çok değerli bir hekim. Hastalarının iyileşmesi için çırpınan bir hekim. Bilen bilir, onkoloji hastaları tıbbın en zorlandığı hastalığı yaşayan hastalardır. Onlara yardımcı olma çabaları da, ne yazık ki, her zaman olumlu sonuçlanmaz. Mesleğini uygularken karşılaştığı bunca zorluğa rağmen Şefik hep nüktedandır, sevimlidir ve dosttur.
Ben de İstanbul Florence Nightingale Hastanesi’nde Kulak-Burun-Boğaz hastalıkları bölümündeçalışan bir hekimim. Baş-boyun kanserleri üzerine çalışmalarımız Şefik ile birlikte önemli bir güç kazandı. Biz de istedik ki, GBI Europe boyunca her pedal çevirişimiz kansere karşı olan mücadeleyi biraz daha güçlendirsin.
Televizyondan bisiklete
Yıllar öncesinden hatırlarım Televizyonu. İlk kez çocukluğumda Televizyonumuz olmuştu. O yıllarda TV yayınları günde birkaç saatti. Yayın olmayan saatlerde televizyonu açar, karıncalı görüntüsü ve hışırtılarından uzaydan gelen sinyalleri yakalayıp yakalayamayacağımı merak ederdim. Olmadı; yakalayamamıştım hiç!
İzleyen yıllarda karşısında saatler boyu oturduğum da olmuştu, bu kutunun. Zamanla renklendiğini, o sırada mecburi hizmet yaptığım yoksul ve kerpiç köy evlerinin renkli TV kutuları ile donandığına da tanık olmuştum. Sonrasında her nedense hiç de çekici gelmedi o soğuk ekran bana. Bununla birlikte, belki de çok çok az izliyor olmamdan olsa gerek, önümde bir TV ekranı açık olduğunda adeta ipnotize olmuşçasına takılırım görüntülere.
Anneciğimi ara ara ziyaret etmeye çalışırım. Annem sosyal cıvıl cıvıl yaşamını giderek yaşlılığın getirdiği hareket kısıtlılığından dolayı TV karşısında hareketsiz bir yaşama dönüştürmüş durumda. Magazin programları, diziler favori programları arasında. Eh, biraz da yüksek sesle dinler. Ne zaman ki annemi ziyaret etsem, ben de o programlardan nasibimi alırım.
Dolayısıyla Televizyondan sunulan yaşam tarzlarına ilişkin, nereden nereye gelindiğine dair de bir fikir edinebildim. Son ziyaretimde fark ettiğim değişimi nasıl anlatabilirim acaba?
Fark ettim ki, çok yıllar önce bu tür kitle iletişim araçlarından sunulanlarda insanı özendirecek boyutta insanların birbirlerine iyi davranışları, efendilik, büyüklere hürmet, insancıllık baskındı. Oysa annemde izlediklerimde kötülükler, intikam, saygısızlık, hınç, entrika, kazanç hırsı, ve ilgi çekebileceği düşünülen her türlü çirkinlik vardı.
Yo yooo, annemin tercihleri değişmemişti. Belli ki talebe göre şekillenen bir arz vardı. Bu arz ile insanları daha fazla o ekrana çekebildikleri kesin. Dizilerle, magazin programlarıyla, duyguları coşturan, heyecanları tırmandıran yapımlarıyla…
Öyle ya da böyle, değişim yaşamın değişmeyen tek unsuru. Öyle ya, değişmeyen tek şey değişim. Değişimlerin getirdiklerinin ise kötü, yozlaşma, bozulma, dejenerasyon gibi terimlerle yaftalanmasını da doğru bulmuyorum. Her değişimin nedenleri var. Sonuçta, evrensel iyiliğe doğru gidildiğini düşünenlerin sayısı hiç de az değil.
Bizim bisiklet serüvenlerimiz konu olduğunda, serüvenimizin geçmişini bisikletin keşfiyle ilişkilendirecek kadar geçmişe uzanmayacağım. Çocukluluğumuzda bisikletle ilk tanışmalarımıza kadar da gitmeyeceğim. Yaş kemale erdikten sonra bisiklete geri dönüşümüzden de söz etmiyorum. Lakin, pedallara bastıkça yaşadığımız özgürlük hissi eşsiz. Özgürlüğünüze doğru kanatlarınızı çırptıkça geride yollar kalıyor. İyi de, bizim kanatlarımız yok. Pedallara basıyoruz ve bazen canımız çıkıyor o yolu tamamlamak, o yokuşu çıkmak ya da beraberinde gelen bir zorluğu aşabilmek için. İşte bizim serüvenimiz tam da o aşamada başlıyor.
İlk kez geçen yıl GBI Europe etkinliğine katılmış, toplamda 800 km katetmiştik. Yolda dökülenlerimiz olmuştu. Jant telim kırılmış, yolda kalmıştım. Enerjim tükenmiş, düz yolda gidemez hale gelmiştim. Elleri günlerce uyuşuk kalanlar, diz ağrılarından yürüyemeyecek hale gelenler, düşüp bir tarafını zedeleyenler olmuştu. Ateşi çıkıp hasta düşen, ona rağmen binenimiz de. Her ne olursa olsun, tamamlamaya azmettik. Tamamladık da. Onca eziyete rağmen hiç birimizin mutsuz olduğunu düşünmüyorum. Eşine az rastlanır bir dayanışma ruhu ile sürmüştük bisikletlerimizi. Keyifli sohbetleri de sıkıştırabilmiştik bunca çabanın arasına. Yine de, hepimizi bunca azmettiren ana unsur yararlı olma çabamız olmuştu. Bir grup arkadaşımız Düşler Akademisi yararına çevirmişti pedallarını. Benim de içinde yer aldığım arkadaş ise Kanser Savaşçıları derneği adına basmıştı pedallarına. Yalnızca pedallara basmakla kalmamıştık; aynı zamanda çevremizdekilere duyurmuştuk ki, katkılarını esirgemesinler. Onlar da sağ olsunlar, desteklerini her aşamada ortaya koydular.
Bu yıl bir başka serüvene başlıyoruz. Yine GBI Europe. Bu kez güzergah farklı. Londra’dan başlayacağız pedallamaya. Dover’da feribota binecek, Dunkirch, Fransa’da ineceğiz. Toplam kilometre 550 km; ancak gözüpek olanlar için 850 km.ye kadar yolu uzatma seçeneği de var. Altı gün sürecek bu kez. Bakalım nasıl gidecek? Hepimiz de heyecanlıyız. Biraz da tedirginiz. Gelişmeleri, yolculuğumuzu izleyenlerimizle, çevremizle paylaşmaya çalışacağız. Yine Düşler Akademisi, yine Kanser Savaşçıları Derneği yararına destek bekleyeceğiz. Serüven devam ediyor. Dizi programımız umarız ilginizi çeker. Bizimle kalın 🙂
Londra’ya yolculuk
Yolculuklarla ilgili ayrıntıları sıkıcı bulmuşumdur. Her bir yolculuğun keyifli taraflar olduğu gibi, sıkıntılı, hatta eziyetli yanlarının da olduğu hepimizin malumu. Önemli olan salimen varmak. Biz de vardık. Vardık işte, ne olacak?
Ancak bundan sonra bu taraflara, Londra’ya uçacaklara uyarım: Gatwick hava alanına gitmeyin. Pasaport kuyruğu uzuuuunnnn. Bunca uzun sürmesinin özel bir nedeni yok. Özel gün, güvenlik önlemleri vs. değil. Daha önce uçmuş olduğum diğer alanlarla karşılaştırılır gibi değil.
Neyse, sonrası sorunsuzdu. Ekip keyifli. Bu satırları yazmak için kullandığım bilgisayarımı, yakın zamanların bize hediyesi olan uçakta yanımıza alma yasağı uygulamasının hediyesi olarak yarım saate daha beni beklemiş olmalarının serzenişlerini bir kenara bıraktığım takdirde. Onu da onlara bu akşam birer bira hediye edeceğimi söyleyerek affettirdim.
Hotelimize vardıktan sonra ilk işimiz bisikletlerimizi kutularından çıkarıp toparlamak, sürmeye hazır hale getirmekti. Şefik koca bir kutu dolusu eldiven getirmiş, yolculuk öncesi de hepimize duyurmuştu: “Eldiven getirmeyin, bende bolca var”.
Hotelimizin yeri Thames nehri kıyısında, Londra’nın güneydoğusunda bir yer. Oldukça sakin bir yer. Hotelimizin karşısında çimenlik bir alanda yayıldık; bisikletlerimizi toparladık. Bu sene daha deneyimli olduğumuz kesindi; geçen seneye göre daha çabuk ve daha az yardıma gereksinim duyarak yapabildik. Bugünden bu işi yapmakla yarına bırakmamış olduk. İyi de yapmışız; Koray’ın lastiklerinden birini paketlemeyi unutmuş olduğunu farkettik.
Sonrasında bir bisiklet mağazasına gittik. Biraz da susamışlığımızı giderdik, bir İngiliz pub’ında. Bu İngilizler ne kadar da gürültücü deyip durduk. Sonra otelimize döndük. Organizasyon kayıtlarınızı yaptırdık. Yakınlarında bir yerde karnımızı doyurduk ve ben erkenden odama çekildim. Eh, sabah 03:00’te uyanmış, kalkmış olarak bunca yorgunluğu atabilmem için dinlenmem gerekir; öyle değil mi?
Burcu ve Çilem bisikletlerini toparlarlarken
İlk gün: Londra’nın kargacık burgacık sokakları, elektronik adamın arızaları, unutulmuş kızlar ve istiridye
Bugün otelimize gelişimiz hayli geç oldu. Etkinlik bir seremoni ile başladı. Seremoni GBI Europe’un 10. yıldönümü nedeniyle daha dolu dolu idi ve dolayısıyla daha uzun sürdü. Geç çıkabildik yola. Sonra da Londra’nın içinden dışına, o karma karışık coğrafyayı, elimizde navigasyon cihazları olduğu halde zor bulabildiğimiz güzergahı katederek çıkışımız saatlerimizi aldı. Bu arada belirtmeliyim; İstanbul’daki bisikletçiler yatıp kalkıp İstanbullu sürücülere şükretsinler. Londra sürücüleri düşman başına!
Yollara koyulduk. On kişiyiz. Neşeli bir grupla yol aldık. Ara ara kopmalar olsa da arayı pek açmadan ilerlemeye baktık. Takım kaptanı Gökhan Gököz ve onun talimatıyla ikişer kişilik eşleşmeler yaptık. Bana kaptan düştü.
İlerlerken, benim bisikletimin vites değiştiricisi teklemeye başladı. Bir iki derken vites değiştiremez oldum. Bir şey değil, günlerden Pazar ve Londra’nın da dışında bir yerlerdeyiz. Karamsarlığa kapıldım. Geçen sene almıştım bu bisikletimi. Oldukça araştırmış ve iyi bir ürün olduğuna kanaat getirdikten sonra satın almıştım. Vites değiştiricisi de elektronik: Di2 olarak da anılan bir Japon teknoloji ürünü. Bu zamana kadar belki de 5 bin km kullanmıştım ve hiç bir sorunum olmamıştı. Saat gibi çalışıyordu.
Ama olur ya, çalışmaz oldu. Neyse ki küçük bir şehirden geçiyordu yolumuz. Pazar olmasına rağmen açık bisikletçi buldum. Hemen girdim içeri. Gökhan da beni yalnız bırakmadı; sağolsun. Adamlar iyi niyetle ilgilendiler; ama, anlamadıkları bir vites değiştirici türüyle karşı karşıya idiler. İyice umutsuzluğa kapılıyordum.
Bu arada belirtmeliyim, dün bisikletimi bavulundan çıkarıp monte ettiğim sırada da vites değiştiricisinde küçük takılmalar olmuş ve sonra bisikletten anladığı belirtilen, organizasyon görevlilerinden birisini arkadaşlar bulmuşlardı. O, sorunu anlayamadığı gibi, “işte bu yüzden mekanik bisikletleri seviyorum” demişti. Ben de kendi kendime düşünmeye başlamıştım; seçimimi yanlış mı yapmıştım?
Derken ilk gittiğimiz bisiklet mağazasındakiler bir başka mağaza önerdiler. Hemen oraya gittik. Görevliler tamir bölgesine bizi sevk ettiler. Kris isimli bir kişi bizimle ilgilendi. Görür görmez, “Endişeye gerek yok; Di2 çok kolaydır” dedi. Ve şıpın işi sorunu çözüverdi. Yineledi; “çok iyidir Di2”.
Sevinçle bir teşekkür parası vermeye çalıştıysam da kabul etmedi. Zorla verdiğim 5 GBP’ı hayır kutusuna koyacağını belirtti. Bisiklet dünyası böyle. Ayrıca görmek gerekirdi, Kris’in bisikletlere nasıl da sevgiyle yaklaştığını. Gökhan’ın bisikletini ayrı methetti, benimkini ayrı.
Grup arasındaki iletişimlerde whatsapp çok kullanılıyor. Gökhan da durumumuzu gruba yazmıştı. Grubumuzun, bu yılki etkinliğe katılamadıysa da, bir onursal üyesi var: İlhan Kesken. Yıllarca GBI’ya katılan takımların deneyimli, ansiklopedik bilgiye sahip ve bisiklet tutkunu kaptanı İlhan. İlhan bu durumu öğrenince yazmış hemen: “Mazhar abi elektronik teçhizatı ile yine başı belada. Hiç bir şey değişmemiş batı cephesinde.” Ben de bir tebessüm ile okudum bu satırları. Haklıydı. Üstümde taşıdığım elektronik donanımı aklıma geldiğimce yazayım:
Bisikletimin vites değiştiricisi
Bisikletime taktığım navigasyon cihazı
Navigasyon cihazının vites değiştiricinin durumunu gösterebilmesi için, vites değiştiriciye takılan sinyal aktarıcı
Cep telefonu
Bluetooth kulaklık
Göğsüme takılı nabız ölçer
Bisiklete takılı olan devir ve hız ölçerler
Göğsümde takılı GoPro kamera
USB ile şarj olan ön ve arka ışıklar
Power bank adı verilen, portatif enerji kaynağı
Neyse, o mağazadan rahatlamış ve daha önemlisi yeniden bisikletimi çok çok severek çıktık. Hemen bir sandviç bulup yedik ve bu arada öğrendik ki, grubumuzdaki kızlar, Burcu ve Çilem’i grubun diğer elemanları geride bırakıp gitmişler. Kızların da ellerinde navigasyon cihazları olmadığı için bir yerde durmuş ve kaptanı aramışlardı. Gökhan onlara beklemelerini söyledi. Teknoloji sayesinde konumlarını telefonla bildirebildikleri için çok geçmeden onları bulduk.
Bizim kızlar sakince bir kasabanın pub’ında, orada içenlerle çeneye dalmışlardı. Bu arada, kızların dışındakilerin yaş ortalaması 65-70 arası olsa gerek. Ve nerdeyse tamamı da erkek. Adamların ağzıları kulaklarında. İçmişler, kafaları iyi ve kızlarla bisikleti, yolculuğu ve kimbilir daha neleri konuşmuşlar. Kızların söylediğine göre amcaların keyifleri biz gelince biraz kaçmış; ama ne yapsınlar? Biz Burcu’nun lastiğinin de patlak olduğunu fark ettik ve onu değiştirdik. Bu arada, ne de olsa küçücük bir kasabanın sıkıcı yaşantısında bir değişiklik demek olduğumuz için bizimle çene çalmayı sürdürdüler. Hatta mataralarımıza biraz da ateş suyu koymayı önerdiler!
Yola koyulduk. Yolun orta noktalarında ileri uç elemanları ile buluştuk. Sürmeye devam ettik. Uzunparkuru seçtik; çünkü, yol üstünde istiridyesi ile ünlü Whistable isimli bir yer olduğunu duymuştuk.
Akşamüstü saatlerinde vardık oraya. Ve tabii istiridyelerimizi yedik. Sonra da varış noktasına doğru sürdük bisikletlerimizi. Varış noktasına 1 km kala benim arka jant tellerinden birisi kırıldı. Keyfimizi kaçırmadı. Ne de olsa parkuru tamamlayabilmiştik. Yalnızca çok geç varmış olduk.
Otele gelişimiz 22:30 dolaylarında idi. Yanda açık olan marketten sandviçler aldık ve karnımızı öylece doyurabildik. Sonrada hazırlıklarımız, elektroniklerin şarjı, duş vs. derken, yatmadan bu yazıyı da yazmaya baktım. Saat 01:00’e geliyor. Sabah 05:30’da kalkmam gerek. Eh, bana müsaade.
2. Ben süremiyorum 🙁
Dün akşam yolda arka tekerimin tellerinden birisi kırılmıştı. GBI Europe organizasyonunda kamp alanında bir tamir atölyesi ve tamirciler bulunuyor. Akşam haylice geç saatlerde de olsa kamp alanındaki tamirciler tamir etmeye çalışacaklarına söz verdiler. Ancak sabah karşılaştığım durum umduğum gibi değildi.
Bisikletimin arka teker jantı onbir vites seçeneği sunuyor. Ellerinde ne uygun tel vardı, ne de uygun yeni jant. Farklı bir jant takmayı önerdiler; geçici olarak kullanabileceğim. Ne kadar geçici bilmediğim bu jant hem benim bisikletimin vites değiştiricisi ile uyumlu değildi, hem de hediyesi 200 Avro idi.
Sonuçta bugün binemeyeceğim. Tamirciler de bisiklet turuna eşlik ederek geliyorlar. Umuyorum ki, akşama Belçika’da uygun yedek parçaları bulur ve bisikletimi onarırlar.
Bugün hafif bir yağış ile başladı gün. Şefik ve Burcu ekibin geri kalanı ile birlikte yola çıktılar. Yağmurluklarını da giymiş olarak tabii. Yolları açık olsun.
Yamalı bohça
Bu sabah kahvaltımızı yaptık. Bisiklet giysilerimizi giydik. Kamera, navigasyon, enerji jelleri, ışıklar vs. derken hazırlıklarımız tam. Bisiklet kamp alanına gittik ki, bisikletimin onarılamamış olduğunuöğrendim. Yapacak bir şey yok. Bizim ekibi yolcu ettim. Bisiklet giysilerimi günlük giysilerle, otobüsün boş olduğu bir sırada arka sıra koltuklara saklanarak değiştirdim. Kös kös otobüse oturdum. Otobüs kalktı, durdu, yeninden kalktı derken saatler geçmiş oldu. Geceden de az uyuyabilmiş olarak otobüste kah uyudum, kah bilgisayarımda işlerimi yaptım. Ve üstteki yazıyı yazdım.
Bugünkü parkurun özelliği, Canterbury’den feribotların kalktığı Dover’a kadar 36 km.lik bir yol katedilmesi, Fransa’da Dunkerque’a ulaştıktan sonra da 59 km. daha yol katedilmesi idi. Tek avuntum toplam kilometrenin düşük olduğu günlerden birisi olması, sonuçta kaçırdığım günün görece daha hafif olması idi.
Dover’ın özelliği, eşimden öğrendiğimce, beyaz yamaçlarıymış. Onların bol bol resmini çektim. Bekledik. Yalnızdım. Daha sonra Dover’da feribota bisikletlerlilerle birlikte girdik. Bizim ekip birbirimizi bulduk. İki saatlik feribot yolculuğu boyunca bisiklet sürüşlerinde Burcu’nun yine patlayan lastiğini, yoldaki yokuşları anlattılar, öğle yemeği yedik, kestirdik.
Şefik dün başlayan diz ağrısının iki dizine de geçtiğini, sürüşünü zorlaştırdığını, Fransa’ya varınca sürmeyeceğini belirterek bana teklifte bulundu. İstersen benim bisikletimi kullan. Kaptanımız Gökhan ona bu fikri vermiş. Şefik’İn bisikleti de çok iyi bir bisiklet. Boylarımız yakın. Neden olmasın dedim ve karaya varınca ilk uygun yerde üstümdekileri değiştirip bisiklete hazır hale geldim. Şefik ise bu kez otobüs yolcusu oldu.
Türk ekibinin adı Turkish Delight (Türk lokumu). Bizim takım geride kalan 9 kişi ile birlikte sürdük. Ne kadar düz Avrupa. Sanki silindir ile ezilmiş, düzleştirilmiş. Düzde sürmek bisikletçi için kolay. Eziyet çekmeden yol aldık. Farkında olmadan Belçika’da bulduk kendimizi. Ne bir sınır kapısı, ne bir işaret. Yalnızca arabaların plakalarındaki B harfinden Belçika’da olduğumuzu anladık.
Hedefe vardık. Günün yorgunluğunu alan en güzel haberi aldım; bisikletim onarılmıştı. Borcumu ödedim, bahşiş bıraktım ve ayrıca birer bira aldım onlara. Bisikletime kavuşmuştum.
Sonra otelimiz, akşam yemeği derken, çok gecikmeden odama çekildim. Bu satırlarla bugüne son veriyorum.
3. gün: Günlerimiz uzamaya başladı
Bugün ekipçe ikiye ayrılarak sürmeye karar verdik. Şefik ve Burcu’nun içinde yer aldığı altı kişilik ekip kısa tur, benim içinde yer aldığım ekip ise uzun tur yapmaya karar vererek yola çıktık. Kısa tur çok kısaydı: 108 km. Bizimki ise çok uzun: 133 km.
Şefik ağrıyan dizlerine rağmen sürmeye kararlıydı. İlk 30 km kadar bölümü iki grup birlikte sürdük. Sonra biz ayrıldık.
Kısa tur grubu sıkı yokuş tırmanmış. Bir yerde yokuşun dikliği tabela ile belirtilmiş: %19. Bu tırmanış hakkında bir fikir vermek için, Rumeli Kavağı’ndan Maden Mahallesine tırmanan yokuşun en dik yerinin %16 olduğunu belirtsem daha iyi anlaşılabilir. Sıkı yokuş tırmanmışlar ve ekipten hiç kimse yokuşu yürüyerek çıkmamış. Önümüzdeki yıl bu ekipten birkaç kişi Tour de france’a katılabilir!
Şefik 85 km boyunca sıkıntı olmaksızın bisikletini kullanmış. Ancak 85. km.de diz ağrısından pedala basamayacak hale gelince bırakmak zorunda kalmış. Burcu ise grubun geri kalanı ile birlikte 108 km.yi tamamlamış.
Bizim ekipse Belçika’nın Gent isimli şehrinden geçerek gittik. Gent’e gelmişken öğle yemeğimizi yedik. Nehir kenarında güzel bir şehir, Gent.
Sonraki bölümde bir arkadaşımızın (Koray) bisikletinin vites değiştiricisi bisiklet kadrosundaki kırıkla beraber kopunca o tam tur yapamamış oldu. Biz ise ona ve yanında bekleyen arkadaşı Çağdaş’a su almaya gittik. Bulabildiğimiz en yakın market kilometrelerce uzakta idi. Dönüşte de yolumuzu kaybedince haylice yol yapmış olduk bugün: 140+ km. Çok yorgunum artık. Çok gecikmeden uyuyacağım.
4.gün. En uzun sürüşüm. Sevgili eşime ve tatlı kızlarıma adıyorum bu emeğimi
Bu yazıyı gecikmeli yazıyorum. Çünkü bu sürüşün sonunda otele kendimi attım. Otelde bulabildiğim bir yemeği çiğnerken dahi zorlanacak kadar yorgun olduğumu fark ettiren bir yorgunluğum vardı. Odama çekildim. Diğer gecelerdeki gibi bilgisayarımın başına oturdum ve ı-ıh! Yazacak halim yok. Devrildim uyudum.
Sürüşte Kağan ile ikimiz sürdük. Kağan çok uyumlu bir arkadaş. Bu uyum hem kişiliğinden, hem de sportif kapasitesinden. Sürüş hızlarımızı birbirimize uydurduk, daha doğrusu Kağan bana uydu. Ben de enerjimi bu mesafeye yayacak şekilde kullandım. İlk iki saat daha düşük tempo, sonra orta tempo, kısa molalar, bolca sıvı, ara ara enerji jelleri, hafif bir öğle yemeği ile zorlanmadan yol aldık. Ancak beni en çok zorlayan sele basısı ve ayakkabılarımın dış yandan baskı yapmaya başlaması oldu. Yolun büyük kısmı dümdüzdü. Böylesi iyi sayılır; ancak, sürekli pedal çevirmeyi gerektirmesi sele basısını artıran bir faktördür. Fazla kilolarımı hatırlatıyordu, popomun acıdığı her an. Ah o kilolar!
Her sürüşün bir özeti olabilir. Bu sürüşümün özeti yalnızca yolu katetmek idi diyebilirim. Benim için en uzun mesafe oldu. Kendimi buna hazırlamıştım. Tempomu ayarladım. Yoldaşım Kağan çok iyiydi, çok uyumluydu; sağolsun. Ben de kendimi yola verdim. Yalnızca ihtiyaçlarımız için durduk. Onlar da su, tuvalet, öğle yemeği, ayakkabı ağrısı duruşlarından ibaret oldu. Bunca kendimi yola verdiğim başka hiç bir sürüş hatırlamıyorum. İstanbul’da Riva yoluna kendimi vurduğumda yeşilliklere kavuştuğum an etrafa mutlulukla bakar, havayı solur, kokuları içime çekmeye bakardım. Tuzla yollarına gittiğimizde ise deniz manzarasıdır bize eşlik eden, yolculuğumuzu süsleyen. Rumeli Feneri yollarında ağaçların arasından dimdik yokuşu tırmanırken ise kuş sesleri bir keyiftir. Oysa bu 167 km.lik sürüşteki tek lüksümüz, kanal köprülerinden birinin alttan bir teknenin geçebilmesini sağlamak için açılışını, daha doğrusu havaya kaldırılışını izlemek oldu.
Bunu yazarken bundan mutsuz olduğum düşünülmesin. Her yolculuğun kendi içinde bambaşka boyutlara bireyi taşıdığı muhakkak. Yolcu olup da hayallere dalmamış, düşünsel bambaşka boyutlara girmemiş kimse var mıdır ki? İçinde tekerrürü bulunduran yolculuklarınsa, yürüyüş, koşu, bisiklet gibi, meditatif bir etkisi de var. O süre boyunca kişi başka boyutlardadır. Kimisi buna deşarj olmak der, kimisi kafasını boşaltmak. Benimse birkaç saat boyunca kendim, bisikletim, ağrıyan yerlerimle süren bir iç yolculuğum oldu. Kendimle barışık, pedallarımı her çevirişimde kanserle savaşanlara yönelik katkıları artırabilme umudu içinde ve bugünkü sürüşümü sevgili eşim ile dünya tatlısı kızlarıma adama kararıyla yol aldım. Bu yolculuğa çıkabilmem önemliydi; tamamlayabildiğim için kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Dilerim amaçladıklarımla bir yarar sağlamışımdır.
5. gün: Keyif grubu, 110 km, bomboş sokaklar, Belçika’dan Hollanda’ya,
320C, Koray’ın düşmeyişi
Son iki gün Şefik’ten ve Burcu’dan ayrı sürmüştüm. Onlara sözüm vardı; son iki gün yanlarında sürecektim. Eh, önceki iki gün de kurtlarımı dökmüştüm. 145 km. ve 167 km. üstüne acıyan popom, ayaklarım.
Kaptan ile anlaşarak 10 kişilik grubu ikiye böldük. Gruplarda navigasyon cihazının bulundurulması çok önemli. Başka türlü yolları bulma şansımız yok sayılır. Bir grup daha tempolu sürmeyi isteyecek kişilerden oluşuyordu: Kağan, Çağdaş, Gökhan, Serdar abi ve iyi çocuk Tolgay. Koray bugün bizimle sürmeyi tercih etmişti. Bizim grupta ise Burcu, Çilem, Koray, Şefik ve ben vardık. Grubun en yaşlısı ve kaptanında görevlendirmesinden aldığım yetkiyle grubun adını “keyif grubu” koydum ve sürüşümüzün keyifli olmasına karar verdiğimi belirttim.
Birlikte yola koyulduk. Koray ve Şefik önde, navigasyon yaparak, Burcu ve Çilem arkalarında, ben de en arkadan sürmeye başladık. Herkesin beşinci güne ait duygu durumu farklı idi. Kızlar kaygılı ve tedirgin, ama azimli, Şefik diz ağrısından çekinerek, Koray kırılmış olan bisikletinin yerine kiralamış olduğu dağ bisikletinin ne kadar da konforlu olduğunu bizlerle paylaşarak, bense acıyan popomu daha fazla acıtmamaya bakarak sürdük bisikletlerimizi. Hiç kopmadık. Herhangi bir nedenle bir kişinin gereksinimi söz konusu olduysa grupça durarak ilerledik.
Geçtiğimiz yıl Gülse Birsel’in Avrupa hakkında bir yazısı olmuştu. O yazıyı okuduğum zaman GBI Europe 2016’yı geride bırakmıştım. Gülse Birsel yazısında Avrupa köy ve kasabalarının, hatta bazı kentlerinin sokaklarındaki ıssızlığa, kapalı kepenklere, donukluğa, hatta kasvete işaret etmişti ve ben de içimden aynılarına tanık olduğumuzu düşünmüştüm.
Bisikletle katedeceğimiz parkurları hazırlayanlar, haklı olarak, trafiğin az olduğu köy yollarını, küçük kasaba yollarını yeğliyorlar. Avrupa köyleri ile ülkemizin köyleri arasında benzerlik çok yoktur. Avrupa’nın köylerine köy demeye bin şahit ister. Tertemiz yollar, evler, bahçeler, hatta tarlalar. Düzgün zeminli yollar. Muhakkak ki daha fazla zenginlik söz konusu.
Bununla birlikte, o zevkli peyzajları olan evlerin arasından geçerken, o temizliğe imrenerek bakarken, bir yandan da sokakların cıvıltısızlığı ülkemizin bir başka yönünü bize hatırlatıyor ve ülkemizi biraz daha fazla sevmemizi sağlıyordu. Bizim yollarımızda insana rastlanır. Yollarımızda bakkal, market, hiç değilse benzin istasyonu ve onun içinde bir markete rastlanır.
İstanbul’daki sürüşlerimde bazen Anadolu Feneri’ne tırmanmayı tercih ederim. Bisikletçiler için çok güzel bir güzergahtır o yol. Yolun bir kısmında %14’lere varan dik yokuşları tırmanmak iyi bir antrenman demektir. Yolun uzun bir bölümü yeşilliklerin arasında akar. Trafiği azdır ve sessizdir.
Anadolu Feneri’ne her gidişimde köy bakkalına uğrar, bir şişe su alır, ödememi yapar ve teşekkür ederim. O son derece mütevazı bakkalın sahibi bey ya da hanım, her kim olursa olsun, o da candan bir şekilde teşekkür eder. Anadolu Feneri köyünün içindeki birkaç kafede oturan oralı insanlar, İstanbul temposuyla ilgisi olmayan yavaşlıktaki yaşamlarına bakar, onların yaşamlarına saygı duyar ve yeniden yollara koyulurum.
Yalnızca İstanbul köyleri değil; Anadolu köylerinde, kasabalarında yollarda hareket vardır, hatta cıvıltı vardır. Avrupa’da ise onu bulmak çok zor. Bisikletlerimizle kan ter içinde giderken bizim derdimiz cıvıltı olmuyor, elbet. Ama, ihtiyacımız bir market, bir kafe, hatta kızlarımız için bir tuvalet olabiliyor. Biz erkekler biraz daha kolaylıkla doğaya katkıda bulunabiliyorsak da, hanımların gereksinimine saygı duymak gerek.
Yok. Yol aldıkça alıyoruz, ama yok. 30 km.lik sürüşün sonunda mola veririz diye düşünmüştük, ama nafile. Yer yok. 45 km kadar yol geride bıraktıktan sonra bir benzin istasyonu ve içinde market bulduk. Hemen durduk. Çay-kahve, soğuk içecekler, tuvalet. Bu arad benzin stasyonunda bir gazete standı. Üstünde 6-7 çeşit gazete. Üçü Türk gazetesi: Sözcü, Hürriyet, Milliyet. Yolda bir da FC Anadol, Türk sürüş okulu tabelaları gömüştük. Türkler Avrupa’yı istila etmişler!
Biraz daha yol katettik. Yolun 50. km.sinde beslenme noktasında da durduk. Sularımızı doldurduk. Biraz daha muz ve enerji verici besin aldık yanımıza. Kızlar o fırsatı değerlendirip yerlerdeki minderlerde keyif yaptılar.
Yollara koyulduk. Ne sıcak ne sıcak bir gün. Bir yerde tabelada 320C gördüm. Bir kasabadan geçerken tenisçi kızları, karşılklı su atışları ile remzeden nefis bir heykel gördük. Küçücük bir kasaba ve bu güzellikte bir heykel. Sanatı ne güzel de besliyorlar. Orada fotoğraflarımızı çekerken fark ettik ki Koray kayıp. Hemen telefonumuza sarıldık ve aradık; cep telefonu kapalı. Arandık tarandık; bulamadık. Mecburen yola koyulduk ki, az ileride bir kafede hızlı ekibi bulmuş. Onlarla oturuyor, sigarasını tellendiriyor! Kızdık tabii ona. Sonra biz de oturduk, kanal kıyısındaki bu sempatik köy kafesinde. Oturduğumuz yerde bir yandan da temizliğine, düzenliliğine gıpta ettik.
Belçika’ya girerken girdiğimizi anlamamıştık. Hollanda’ya girerken yine bir işaret olmamasına rağmen, girilen köy-kasabaların girişinde tabela ile isimlerinin olması, evlerin farklı mimarileri, yol zeminlerinin kızıl renkleri, ve muazzam bisiklet yolları ile pek de gözden kaçabilecek bir değişimi fark ettik ve bildik: Hollanda’dayız.
Hollanda’daki bisiklet yolları anlatılmaz, yaşanır. Kavşaklar dahi bisikletler göre tasarlanmış. Biz de bu güzel yolların tadını çıkara çıkara varış noktasında bulduk kendimizi. Eh, günü keyifle tamamlamış olduk. Bir de fark ettik ki, Koray bugün hiç düşmemiş!
6. ve son gün: Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Az gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik.
Bugün de keyif grubu ayrıldı. Diğerleri uzun yol yapmak üzere yola çıkmışlardı; ancak kaptan Gökhan saat 13:00’de tüm GBI katılımcılarının ortaklaşa hareket edeceği Mönchengladbach’a yetişememe riskini göze almak istemeyince onlar da bizim gibi kısa mesafe yapmışlar. Kısa mesafe 44 km, uzun ise 88 km. idi. Buluşma noktasından sonra birlikte sürülecek mesafe ise 19 km.
Keyif grubu yola 08:30 dolayında koyulduk. Uzun mesafelerden sonra 44 km. hiç de gözümüzde büyümüyordu. Şefik önde navigasyonda, Burcu ve Çilem onun arkasında, en arkada ben yolları katettik. Planımızda yolun ilk 20-25 km.si geride kaldıktan sonra bir kafe bulup oyalanmak vardı. Yine boş Avrupa yolları. Aradığımız türden bir tesisi bulmamız ancak 40. km.de mümkün oldu. Yorulmamıştık; ancak, saat henüz 10:00-10:30 dolaylarında idi. Zamanımız çoktu.
Sonra da birkaç km. daha sürüp Mönchengladbach’a vardık. Şehir merkezinde kafeteryaların çok olduğu bir buluşma noktasında diğer GBI’lılarla buluştuk. Öğle yemeğimizi yedik. Hala diğer grup gelmemişti. Meğerse bir bisiklet mağazasına girmişler, bisikletlerden bisikletler beğenmişler. Sonra buluşma noktasına zar zor varmışlar!
Sonraki bölüm ise yüzlerce bisikletlinin bir arada sürdüğü, şarkılar söylendiği, “GBI! GBI!” tezahüratlarının yapıldığı, bizim için yolların trafik polislerinde kesilmiş olduğu keyifli bir sürüş oldu. Varış noktasına varmamızla birlikte birbirimize sarıldık, kutladık. Başarmıştık. Geride yüzlerce km. bırakmıştık.
Sonrası ayrıntı. Tören, eşyaların ayrılması, herkesin kendi yoluna gitmesi.. Bir önemli nokta: GBI yardım toplama amaçlı yapılıyor. Bu yıl toplanan rakam 780,000 Euro imiş. Çok saygı duyduğum bir yönü bu, GBI’ın. Bizim bunca çabamızın bir yarara yönelik olması, bu yarara vesile olunması, ter dökerek, zorluk çekerek, pes etmeyerek yapılması… Saygı duyduğum bir anlayış bu.
GBI bize bir kez daha eğitim demek oldu. Yalnızca bisiklet sürüşü, tekniği, donanımı vs değil. Dayanışma, insan karakteri, takım ruhu taşıyanlarla ben diyenler arasındaki fark, Avrupa… Yorulduk ama olsun. Dilerim yorgunluğumuza değmiştir.
Kim kimdik?
Koray Doğan Hobisi düşmek
Koray ve dört kişi daha Vodafone’dan katıldı. GBI organizasyonlarının başlatan ve halihazırda yürüten kişiler de Vodafone’da çalışmış kişiler. Koray ilk kez katıldı GBI etkinliğine. Bununla birlikte sürüş tekniği ve fizik gücü iyi. Daha önce talihsiz bir kaza sonucu elini yaralamış olmasının getirdiği bir tedirginlik vardı. Ayrıca Koray çoğu bisikletçinin tercih ettiği taytlardan hazzetmiyor ve onun yerine bermuda şortunu giymeyi tercih ediyor. GBI boyunca ne giyecek diye hepimiz merak etmiştik; sonuçta o da bizler gibi tayt giymeyi tercih etmiş. Üstelik, bisikleti ayakkabı yerine parmak arası terlikle kullanmayı da seviyordu. Bu kez kilitli ayakkabı kullandı. Ayrıca günde en az 2 kez düşmezse kendini binmiş saymıyor. Yalnız her nasıl olduysa 5. gün hiç düşmedi.
GBI’ın 3. gününün sonuna doğru bir düşüşünde bisikletinin kadrosunda kırık oluştu ve bisikleti kullanılmaz hale geldi. Koray’ın buna hiç de morali bozulmadı Sonraki günler organizasyondan kiraladığı dağ tipi bir bisikletle sürdürdü turu ve çok daha mutlu oldu. Türkiye’ye döndüğünde de yol tipi bisiklet yerine dağ tipi, yani suspansiyonlu bisiklet kullanmaya karar vermiş.
(Not: Bu yazımı yazarken Koray bana 10 GBP rüşvet teklif etti, onu biraz parlatayım diye! Paranın akıbetini sormayın)
Kağan Oskay Spor mu? Yessss! Varım!
Kağan da VF’dan. Kağan yalnızca bisiklet kullanmıyor. Aynı zamanda salon çalışmaları yapıyor. İçimizde kondisyonu en iyi olan. Bir kez onunla yan yana bisiklet sürdüm. Yaş farkımız en az 20-25 yaş. Yaş farkı kalp hızını etkiliyor. Yani, yaşlandıkça kalbin dakikada çarpma hızı azalıyor. 20-25 yıllık fark bir o kadar da nabız azalması demek. Bizler harcadığımız eforu ölçmek için kullandığımız nabız ölçerlerle antrenman sırasında bazı uyarlamalar yaparız. İşte, Kağan ile yan yana, düz bir yolda, fena olmayan bir ortalama (35 km/st) ile giderken, benim kalp atım hızım dakikada 140’lara vurmuştu. Kağan’a sordum: “Kalp hızın kaç?” Kağan serinkanlı bir şekilde “115” dedi! İşte sporcu farkı!
Kağan uzun mesafeleri hedefledi ve yaptı. GBI’da dördüncü gün 167 km.lik bir parkuru benimle yaptı. Ertesi günkü 195 km.lik parkuru yanına kimseyi bulamadığı için yapamadı. Keyifli, destekleyici, sporcu ruhlu bir bisikletçi. Son gün yolda gördüğü bir bisikletçiden süper bir bisikleti aldı. Önümüzdeki dönemde rüzgar gibi uçup gidecektir, bu sporcu adam.
Çağdaş Akkoç “Bir daha rugan ayakkabı giymeyeceğim bisiklette iken”
Çağdaş da bir diğer VF’lu. Onun da ilk GBI deneyimi oldu. İlk GBI deneyimi derken, bu yıl kaptanımız Gökhan, Şefik ve benim ikinci katılışımız GBI’a. Geçen yılki ekibimizde ise çok sayıda katılan arkadaşlarımız da olmuştu. Anlaşılan bu etkinlik katılanları kendisine bağlayıcı bir etkiye sahip.
Çağdaş da iyi bir teknik ve fizik güce sahip. Bir seferinde onunla sürerken Çağdaş’ın bisikletinin ön vites değiştiricisi bozulmuş ve küçük aynakol ile sürmek zorunda kalmıştı. Aynakol ne kadar büyük olursa o kadar hızlı gidebilir bisikletçi, küçüldüğü oranda ise arkaya güç aktarımı o oranda azalır. İşte o gün biz sürerken bizi geçip giden, bizden hızlı giden bir bisiklet ekibi olmuştu. O sırada Çağdaş arkamda idi; ancak sonra onu gözden kaybettim. Buluşma noktasına vardığımda oradaydı ve öğrendim ki küçük aynakol ile hızlı grubun arkasına takılmış, onlarla arayı açmaksızın yol almış!
Sohbeti bol, kahkahası bol, girişgen. İçimizde en havalı ayakkabıları olan da oydu. Ama her nedense onlardan vaz geçmeye niyetli!
Gökhan Gököz Kaptan
Bu yıl kaptanımız Gökhan oldu. Çok da iyi oldu. Neşeli, bol kahkahalı bir kişi Gökhan. Aynı zamanda sıkı bisikletçi. İşyerine bisikletle gidip gelebilen az sayıda insandan. Tabii, İstanbul’u ölçü alarak belirtiyorum bunu. Gökhan bisikletini sürerken bir eline telefonunu alır ve bolca grup resimleri, selfieler çeker. Geçen sene benimle sürmüş, benim pes ettiğim noktada hızlanarak öndeki grubu yakalamış ve 160 km kolaylıkla yapmıştı. Gökhan evli ve iki tatlı kız babası. Kızlarını da şimdiden bisiklet sporuna hazırlıyor.
Grubu çok iyi yönetti. Her an eksikleri tamamlamaya, zordakilere yardım etmeye baktı. Bolca videolar, fotoğraflar çekti. Herkesin güvende olmasını sağlamaya çalışırken bir yandan da keyif almasına baktı. Çok iyiydin kaptan!
Şefik İğdem Profesör
Şefik bu yıl ikinci kez katıldı. Şefik hepimizin neşesi. Esprileri, alçak gönüllüğü, ve oflayıp puflamasına rağmen uzun yolları katetmesi. Profesörlüğü akademik kariyerindeki ünvanı. Ancak tanıyanların “bu nasıl profesör” diyebilecekleri kadar alçak gönüllü, espritüel ve keyifli bir insan.
Bu yıl diz ağrıları onu biraz zorladı. Ağrı kesici ve Serdar abiden ödünç aldığı dizliği kullanarak, ağrısına rağmen yüzlerce kilometre sürdü bisikletini. En güzel ödülü de eşi Ayşenur verdi, onu varış noktasında karşılamakla. Şefik, ağrılarından ve çektiği eziyetten olsa gerek, yol boyunca hiç rastlamadığımız kadar mutlu bir yüz ifadesine sahipti, artık, eşine kavuşmuş olarak.
Çilem Acar Çiçek
Çilem de VF’dan. VF’dan katılan tek kadın. Uzun yolları katederken kimi zaman yollarda Burcu ile yalnız kaldılar. Navigasyonları olmadığı için kalakalmışlar ve mahzun olmuşlardı. Kaptan ile birlikte gidip onları kurtarmıştık. Çok tatlı, keyifli bir insan Çilem. Burcu ile çok iyi anlaştılar ve grubumuzun aşırısıyla maskülen yapısından çıkmasını sağladılar.
Bazı kadınları bisiklet yapmaktan alıkoyan nedenler vardır. Elinin hamuru hikayesi. Bisiklet bakımı, patlak lastiğin değiştirilmesi, zincir yağlanması, bu tür yolculuklarda bisikletin parçalarına ayrılması, paketlenmesi, sonra kutusundan çıkarılıp yeniden montajı, dönüşte de aynısının yapılması… Çilem o kadınlardan değil. Bisikletiyle ilgili her işi kendi başına yaptı. Sonra da verdi kendini yollara. Eksiksiz tamamladı yolları.
Tolgay Kurt İyi çocuk
Tolgay bu yılki GBI ile siftah yaptı. Sıkı bir giriş yaptı. Kendisine yeni bir bisiklet aldı. Çalışarak hazırlandı. Gruba aynı zamanda Serdar abiyi de kazandırdı. GBI boyunca yolları katederken Serdar abisini de hiç yalnız bırakmadı. Yalnız Tolgay’ı kızdırmaya hiç gelmiyor. Kızdı mı, bitti. Kararını bir kere verdiği zaman geri dönmüyor. Bunu nereden çıkardım; anlatayım. Bir uzun günü tamamlamış olarak kamp alanındaki yemek kuyruğunda sıra kendine geldiğinde yaşanan olay bu çıkarımın nedeni. Yemek servisi yapan bir kişinin Tolgay’ın fişlerini verdiği halde ikinci kişinin yanında olmamasından dolayı yemeğini vermeyeceğini belirtmiş. Tolgay da bu anlamsız uygulamaya tepki olarak kendi yemeğini de almamış. Gökhan daha sonra o yemeği getirdiyse de, bir çatal olsun almadı yemekten!
Tolgay iyi çocuk. Hep güleryüzlü, hep destekleyici, hep takım adamı. Grupta hiç bir zaman çıkıntılık yapmadı.
Serdar Soytürk Dede
Serdar abi dememiz boşuna değil. Yaş 65. Maşallahı var. İlk kez katılmasına rağmen her günkü parkuru, hiç de geride kalmadan tamamladı. Onca yol sonrası her akşama özel restoranlar ayarladı. Onun rehberliğiyle grubun bir kısmı güzel yemekler yemiş. Kol saatinde torununun resmi var.
GBI’da en yaşlı katılımcı 78 yaşında idi. Bizim gruptan da Serdar abi. Ona bakarak hepimiz örnek aldık. Bu arada belirtmeliyim, sürüşüyle nice 35liklere taş çıkartacak şekilde sürüyor. Yokuşları tırmanışı, düz yoldaki ortalaması, sürüş tekniği, donanım seçimi, sürüş sırasındaki psikolojisi ve sonunda da keyfini hiç ihmal etmemesi ile büyük alkış Serdar abi’ye.
Burcu Gümüşay Grubumuzun en miniği
Burcu da GBI’da tek yıldızlı, yani ilk kez katılanlar arasında. Bu etkinliğe gelmeden önce Burcu’dan yana endişeli idim; yüzlerce kilometrelik yolları yapamayacağını düşünüyordum. Çok yanılmışım. Minik görüp yanılmayın; çok enerjik ve zorluklarla başa çıkmayı da iyi biliyor. GBI için yeni bir bisiklet almıştı. Bisikletinin hakkını vererek kullandı.
Burcu, Çilem ile çok iyi anlaştı. Birbirlerinden ayrılmadılar, birbirlerini kolladılar. Burcu’nun sürüş tekniği çok iyi. Bisikleti sık sık ayağa kalkarak sürüyor. Yokuşlarda zorlanmıyor. O da İstanbul Florence Nightingale Hastanesi’nden. O da var gücüyle destek yaratmaya çalıştı.
Dönüş yolunda GBI’in düşündürdükleri
Teşekkürler
Londra’da bir eğitim toplantısına katılma şansım olmuştu. Toplantı tükürük bezleri hastalıkları ve tedavileri üzerine idi. Bu toplantıya başlarken bir maksillofasyal (çene ve yüz) cerrahının sunumu vardı. Konuyla doğrudan ilişkili olmamakla birlikte, uzak ve ücra ülkelerde, yoksul ortamlarda yaptıkları zorlu cerrahi tedavi örneklerini vermişti. Çok etkileyici, hatta düşündürücü idi. Hekimlik her ne kadar hasta ayırd etmeksizin hizmet vermek demekse de, bulunduğum ortamda doğal ayrım gerçekleşmekte idi. İstanbul’da, özel bir hastanede, çok iyi bir altyapı ile çalışırken, ne kadar yorulursam yorulayım, bu cerrahın gösterdiği örneklerin yanında yaptıklarım solda sıfır sayılırdı.
Kimbilir nasıl duygular taşıyordu? O yoksulluğun dibe vurduğu ortamlarda, yok kelimesinin bile lüks sayılabileceği bir yerde baş-boyun ameliyatları! Konuşması ilerlerken kullandığı bir slayt ise çok vurucu idi: “Teşekkür etmesini bilen insanlardır mutlu olanlar”.
Dönüş yolunda. Uçakta. Bir GBI etkinliği de bununla bitmiş oldu. Yeniden eski düzenime. Çok da özledim eşimi, evimi, işimi, hastanemi, dostlarımı, memleketimi..
İçimde çok sayıda teşekkür taşıyorum. Öncelikle hastaneme, İstanbul Florence Nightingale Hastanesi’ne teşekkür etmeyi istiyorum. Beni, Şefik ve Burcu’yu, üçümüzü de bu etkinlikle ilgili desteklemiş oldukları için. Hiç de alışılmış, kitabi bir uygulama değildi, bu. Ancak desteklediler. Yanımızda yer aldılar. Yaptıklarını çok önemsiyorum. “Kuruma bağlılığımı artırdı” gibi klişe sözcükler kullanmayacağım, gerçek payı olsa da. Yaptıkları bir ufuk göstergesi.
Bisiklet ve sağlık haylice iç içe. Sağlığını korumak isteyen bisiklete biner. Bisiklete binen sağlığını korumaya çalışır.
Kanımca, bisiklet kullanımı ülkemizde bir doğum öncesi dönem yaşamakta. Bisiklet kullanım oranları muazzam artış gösteriyor ve benim gibi birçok insan trafikte arabasının içinde oflayıp puflamaktansa bisikletine atlayıp yolları aşmaya bakıyor. Bisiklet kullanımının verdiği özgürlük duygusunu yaşayabilmek istiyor. Doğaya, doğasına kavuşmak istiyor.
Türkiye’de bisiklet kullanımına verdiği destekle öne çıkan hiç bir kurum yok. Dilerim bu konudaki öncülükleri ile varolan saygınlığına saygınlık katmış olur, Grup Florence Nightingale Hastaneleri.
Sonra birlikte bisiklet kullandığımız arkadaşlara teşekkür etmeyi istiyorum. Çağdaş, Koray, Kağan, Tolgay, Serdar abi, Çilem, Burcu, kaptanımız Gökhan ve Şefik. Birlikte idik. Zorlukları paylaştık. Dayanışma içinde ilerledik. Birbirimize güldük, birbirimize üzüldük. Ayrı kaldığımız anlar özledik. Ve yeni birliktelikler için birbirimize söz vererek ayrıldık. Sağolun, varolun sevgili dostlar. Ve, bisikletlerinizden hiç uzak kalmayın.
Bisikletlerimizi sürerken, pedallara basarken iki kuruluşa destek yaratmaya çalıştık. Bizim etkinliğimizi yüreğiyle destekleyen, olanakları elverdiğince maddi destekte bulunan her bir kişiye sonsuz teşekkürler.
Son olarak da sevgili eşime ve kızlarıma teşekkür etmeyi istiyorum. Onların bana olan destekleri, koşulsuz sevgileri, değer verişleri, bu etkinliğe katılırken evimden ve işimden uzak kalacak olsam da, bazı riskler ve sıkıntılar pahasına bu yolculuğu gerçekleştirecek olsam da, dimdik durmamda çok çok önemliydi. Teşekkürler Nilgün’üm, sevgili eşim. Teşekkürler Defnoşum, Sasim, İpoşum, tatlı kızlarım.
[/av_textblock]
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
Bu yolculuğu tamamladık! İnanılacak gibi değil; ama, bitti. Yaptık. Sonuna geldik. Günlerce bisiklete bindik, yüzlerce kilometrelik yollar yaptık. Sıkı yokuşlar tırmandık. Hele bazısı, bir de o günkü parkurun sonuna geldiğindeki o yokuşları tırmandık. Yağmur, güneş ve rüzgar da işimizi zorlaştırmaya çalıştılar. Ama yaptık.
Ne Şefik, ne de ben bu ölçüde bisiklet turları yapmış değiliz. Gruptan da deneyimi olanlar yarı yarıya sayılır. Bu tür uzun bisiklet yolculuklarında çeşitli güçlükler ve dikkat edilmesi gereken unsurlar var. Güçlüklerin içinde fiziksel zorlanmalar baş sırayı alırsa, dikkat edilmesi gerekenlerin de başta gelen insanın kendisine zarar vermeden bu zorlukları aşması sayılabilir.
Buna rağmen aramızda küçük sağlık sıkıntıları yaşayanlar oldu. Bu arada belirtmeliyim ki, bu grup bunca zorluklarla baş etmeye çalışırken, hepimiz birbirimize her an destekçi, yardımcı, dost ve güleryüzlü olduk. Muazzam bir durum. Toplamda 23 kişiydik ve bu 23 kişinin her biri için söylediklerim geçerli.
Şefik ve benim bu turda toplam 600 km dolayında bisiklet binmişliğimiz oldu. 790 km.lik yolun tamamını yapamadıysak da, yaptığımız yol kendi sınırlarımız için en üst sınırı buldu. Biz bu yolculuğa katılma kararı aldığımızda bisiklet tutkumuz önemli bir rol oynadı. Buna karşın bizi yüreklendiren, bizi daha da şevk ile pedal basmaya iten, evimizden, işimizden, ailelerimizden, önemsediğimiz etkinliklerden uzak kalmaya ikna eden, ve ikimiz dahil olmak üzere tüm grubu birbirine adeta çok güçlü bir tutkal ile sımsıkı bağlayan ana unsur, yardım kuruluşlarına destek toplama amacımız oldu. Umarız, bizim bunca terimiz biraz olsun yardımların yerlerine ulaşmalarına faydalı olur.
Şefik ve ben, bu yolculuğa çıkma kararı alıp kayıtlarımızı yaptırdıktan sonra Grup Florence Nightingale Hastaneleri İdari Koordinatörü Dr. Sinan Aran ile projemizi paylaştık. Bizi bu projemizi çok beğenip Grup Florence Nightingale Hastaneleri adına sponsörümüz oldular. Bu etkinliğe sponsör olmakla, bisiklet sporunu desteklemek, kanserle mücadeleye kendini adamış bağımsız bir kuruluşa dolaylı destek vermek, kendi kurumları içinden görevlilerin sağlıklı yaşamı ve kanserle mücadeleyi ön plana çıkaran bu davranışlarını desteklemek gibi birçok konuda örnek bir tutum göstermiş oldular. Bize bu desteği verdikleri için başta Grup Florence Nightingale Hastaneleri CEO’su Prof. Dr. Cemşit Demiroğlu ve İdari Koordinatörü Dr. Sinan Aran olmak üzere, kurumumuzun tüm yetkili ve elemanlarına çok teşekkür ediyoruz.
Bunca eziyet çektik, maddi manevi etkilendik. Evlilik yıldönümünde eşimin yanında olamadım. Bunca çabamızı bizi her aşamada desteklemiş, yaşamımızın mutluluk kaynağı olmuş eşlerimize ve çocuklarımıza armağan ediyoruz.
[/av_textblock]
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
Bugün ilginç başladı. Sabah uyandığımda dışarıdan yağmurun, daha doğrusu sağanak yağışın sesiydi ilk duyduğum ses. Hava kapalı, kara bulutlar ve şakır şakır yağmur! Eh, takdir edersiniz ki, bisiklete hazırlanan bizler için harika bir gün başlangıcı değildi. Üçüncü gün ormanın derinliklerinde ilerlediğimiz, yokuşları tırmanmaya çalıştığımız sırada sıkı yağmur yemiş, iliklerimize kadar ıslanmış, üşümüştük ve bir restoranda uzun uzun oturmuş, sıcak içeceklerle ısınmaya çalışmıştık. Benim bisikletimin arka tekerinde bir tel eksik, zincir yamulmuşken bir de yağmurla boğuşmaktansa, genel öneriler doğrultusunda yolun yarısında yolu bırakmıştım. Şefik benden daha pratik bir adam. O daha o restoranda ısınmaya çalıştığımız sırada kararını vermişti. “Hiç de zorlamaya gerek yok; zaten hipotermiye girdim” diyerek yolun orta noktasındakilere daha fazla gitmeyeceğini belirtmek adına görevlilere telefon açmış ve onun için hazırlık yapmalarını istemişti.
O gün zorlanmıştık. Yağmurun içinden ilerlemeye çalışırken ıslanmamak elde değil. Hem kişi ıslandığı için beden ısısı düşebiliyor, hem bisikletin kontrolü zorlaşıyor, hem de elektronik gereçlerimiz de bozulma riski taşıyor. Onu da yabana atmamak gerek. Acil durum güvencemiz cep telefonlarımız çalışmazsa işimiz zor. Bu arada yağmurun boyutu ile ilgili sabah bisikletimin fren pabuçlarını değiştiren Alman tamircinin bana anlattıklarını size aktarayım. Aslen Düsseldorf’lu olduğunu belirterek girdi konuya. Böyle yağmur yok, dedi. Duymuş ki, evlerin bodrum katlarını su basmış. Oysa Almanya’da yağmur daha kısa sürelerle yağar ve ortalığı bu kadar su basmazmış! Yağmur bulutları ülke sınırlarını gözeterek farklı mı davranıyor; artık bilemeyeceğim.
Şefik bu yağmuru görünce, haklılıkla kararını verdi; bugün bisiklet yapmayacaktı. Bense dünden her koşulda binmeye kararlıydım. Florence Nightingale üst formamı giyerek ve tam hazırlıklı olarak otelden çıkıp kamp alanına gittim. Bisikletimi aldım ve ekibin bisiklete binmeye kararlı ekibi ile buluştum. Şefik ise Okan, Erkan, mali, Ali abi, Hakan, Yanıkgönül ve Dottoressa ile birlikte Dresden’e gidip Dresden’i gezdi. Onun hikayesini o yazacak. Benden bisiklet turumuzun hikayesi..
Biz çıkmaya hazırlandığımızda yağmur iyice hız kesmişti. Kaptan İlhan’ı izleyen toplam 10 kişilik bir takım olduk: Günsenin, Serko, Karakaş, Serdar, Kerim, ben ve en arkada ekibi kontrol eden Gököz. Yola koyulduk. Hızla nehir kenarına vardık ve nehir kenarındaki bisiklet yolu boyunca ilerlemeye başladık.
Ben bugün hız sınırlarını zorlamamaya baştan kararlı idim. Giderken hava da bir güzel açtı. Ortalık günlük güneşlik oldu, öyle ki artık güneş yakmaya başladı. Durdum. Yağmurluğumu çıkarttım, krem sürdüm, gözlüğümü taktım derken grubun haylice gerisinde kalmış oldum. Bu arada Gököz her zamanki güleryüzlülüğü ile geldi; “Abi ne oldu? Merak ettik”.
Bense kararımı, yani hızı hedeflemektense geziyi, keyif almayı hedeflediğimi belirtince, o da benimle kalmayı, ısrarlarıma rağmen öylesini tercih ettiğini belirtti. Gököz keyifli, konuşkan, hoşsohbet, neşeli bir adam. Onunla birlikte bisiklete binmeyi elbette isterdim; ama, onu da hızlı sürüşten alıkoymuş olmak istememiştim. Gököz, “Gel, grubu yakalayalım; onlarla konuşur, sonra biz seninle ayrı süreriz” dedi.
Onun sözünü dinledim. Grubu yakaladığımız zaman kaptan İlhan ile konuştum. Tek başıma da sürebileceğimi belirttim. O izin vermedi. Ama zaten Gököz benimle gelmeye gönüllüydü. Sonuçta biz ikimiz bisiklet sürmeye başladık.
Gököz İstanbul’da ev-iş-ev arasında bisiklet kullanıyor ve yokuşlara alışık. Ortalama hızı benden 5-6 km/st fazla olsa gerek. Yine de hiç yanımdan ayrılmadı. Bu durumdan hiç de rahatsız olmadığını, tam tersine ona da bu temponun uyduğunu belirterek. Birlikte yol aldık. Bu arada bir duruşumuzda ortalama 20 km/st hızla ilk 40 km.yi geride bırakmış olduğumuzu belirtti, Gököz.
Biraz yoldan söz edeyim. Düşünün ki Üsti Nad Labem ile Dresden arasındaki 110 km.lik yolun belki de 2/3’ü bisiklet yolu idi. Motorlu hiç bir taşıt göremeyeceğiniz yollara bisikletler nasıl da yakışıyorlar. Nehir boyu ilerledikçe yeşlllikler, ortamın tadını çıkaran pek çok insan, nehirlerde ara ara tekneler, bahçeli evler, tren yolu bizim gibi İstanbul’dan gelenler için eşsiz bir güzellik demekti. Bir yandan Gököz ile tatlı tatlı söyleştik. Gököz ile ailelerimizi, kızlarımızı konuştuk Gököz’ün iki, benimse üç kızımız var ve onları ve eşlerimizi andıkça her ikimizin de gözlerinin içi ışıldıyordu.
Meslek hayatlarımız, eğitim geçmişlerimiz, bisiklet bilgileri, çevredeki güzelikler derken bir fark ettik ki, arabalarda Almanya plakası var. Almanya’ya gelmişiz çoktan. Çek Cumhuriyeti’ne girerken en azından sınır tabelası görmüştük, görevlilere el sallamıştık. Bu kez ne zaman sınırdan ne zaman geçtik, anlamadık.
Yol nehir kenarından bisiklet yolu şeklinde ilerledikten yaklaşık 45 km. sonra bir aşamada taşıt trafiğinin olduğu bir yola katıldık. yolun orta yerindeki beslenme noktasını bulduk. Muz yedik, meyve suyu içtik ve yeninden yola koyulduk. Bu kez bir yokuşu, uzunca bir yokuşu tırmandık ve her nasılsa bisiklet güzergahını kaybettik. Bu kez Gököz ile Dresden tabelalarını izlemeye karar verdik. Bir süre sonra cep telefonundaki navigasyonun da ysrdımını alarak Dresden’e nehir boyundan yol buldu. O yolu biz bulunca bisiklet güzergahını da bulmuş olduk. Yolboyu keyifle ilerlerken sıkı br yağmur indirdi. İyice ıslandık ama hiç de rahatsız olmadık. Sonunda Dresden’e vardık ve arkadaşlarımızla buluşarak bugünkü yolculuğumuzu tamamlamış olmamızı hep birlikte kutladık.
Otele varıp duşlarımızı aldıktan hemen sonra çıktık. Bütün grup, birkaç eksikle yakınlardaki bir restorana yürüdük. Yemek bahaneydi. Amaç Erkan’ın doğum gününü kutlamaktı. Erkan hem mutlu hem de buruktu; 13 yıldır ilk kez eşinden ayrı kutluyordu doğum gününü. İyi dileklerimiz diledik, “iyi ki doğdun” dedik Erkan’a hep bir ağızdan ve günü tamamladık.
Benim bu yazıyı bloga koymamla ben de uykuya çekilebilirim artık.
[/av_textblock]
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
Bugünü tek kelimeyle özetleyecek olsak, derdim ki “bittik”. bu durumlarda annemin beni yarım akıllı bulmasına hak veriyorum. Akıl işi mi, 107 km bisiklet yapmak. Kılavuzdan kastımı ise birazdan anlatacağım.
Bu etkinlik boyunca bugün hariç her gün iki ayrı yol seçeneği var. Kendine güvenenler, performansı çok iyi olanlat için daha uzun ve daha zorlu bir parkur varken, bizim gibi kendisini zorlayarak bu düzeylere çıkabilmişler için standart bir parkur var. Yalnız bugün her iki grup için de aynı parkurun yapılması gerekmiş. Toplam 147 km ve toplam tırmanış 2150 mt.
Bununla birlikte kendini bunca zorlamayı istemeyecekler için yolun ilk 40 km.sinde otobüsle sporcuların ve bisikletlerin taşınması seçeneği vardı. Biz, tabii ki, hemen o seçeneğe başvurduk. Dolaysıyla bize kalan 107 km ve toplam 1,500 mt tırmanış oldu.
Bu yolculuğun içinde bir de navigasyon cihazına gerek oluyor. Biz tosbağalar grubunu bugün Okan terketti ve gazoz grubuna katıldı. Biz 5 kişi idik ve ikimiz de birer navigasyon cihazı ile başladık güne.
Grup lideri olarak kendi navigasyonuma kaptan İlhan’dan almış olduğum haritaları da yüklemişolarak yol aldık. Çek Cumhuriyeti Avusturya’dan çok farklı bir karaktere sahip. Yine orta Avrupa tipi. Ancak belli ki daha yoksul. Yine her yer yemyeşil. Ekinler iyice boy vermiş. Ağaçlar, çeşit çeşit yeşil renkler, bereketli topraklar göz alabildiğine her yerde. Bu görüntülerde yol aldık. Sık sık enerji barları yemeye çalışıyor, bazen de küçük molalarla biraz daha takviyeler yapabiliyoruz.
Bu kez Okan’ın müziğinden yoksun ilerlediysek de Şefik tek kalmış olarak pek de yaramazlık yapamadı; onun için ben rahattım. Bu kez düne göre yokuşlar kelimenin tam anlamıyla “imanımızı gevreden” türdendi. Yaptık; yol almaya devam ettik.
Uzun molalarla çok zaman kaybetmemeye baktık; zira bugün otobüsten çıkıp yola koyulmamız 11:30’u buldu. O saatten sonra 107 km bol yokuşlu yol yapacak olarak grup lideri uzun keyif anlarına izin vermedi.
Ancak saat 15:00’e doğru herkesi açlık bastırdı. Avrupa kırsalı hiç de bizim memleket gibi değil.İnsanın karnını doyurması hiç de kolay değil. Ya dükkanlar kapalı, ya da pek bu türden hizmet sunan yer yok.
Açlıktan midemizin duvarları birbirine yapışmışken bir benzinlik bulduk ve birer sandviç indirdik midelerimize, üstüne de birer çay-kahve. Ohhh diyerek yola çıktık. Önce ben vurdum kendimi yola. Birkaç kilometre yol almıştık ki, Kerim beni uyardı; güzergah dışındaydık. Günün erken saatlerinde Kerim ile benim cihazlarımız farklı göstermişti; ancak onunkinin bilmediğimiz bir nedenle yanlışyaptığına hükmetmiştik. Bu nedenle birkaç kez daha yolda cihazlara bakarak zaman da kaybetmiştik; ama benim doğru yolu izlediğimize ait pek çok işaret görmüştük, başka bisikletçiler, bizimle konum paylaşanlar gibi.
Bu kez de aynı şey diye düşündüm. Ama Kerim ısrarlıydı. Gerçekten de doğru ya da yanlış yolda olduğumuza ait hiç bir bilgi cihazdan gelmediği gibi, üzerinde gittiğimiz yol hiç de bisikletçilere uygun değildi. Yoğun taşıt ve özellikle kamyon trafiği olan bir yoldu.
Sonuçta doğru bir yolu bulduğumuzu düşündük ve oraya döndük. Bir süre daha yol aldıktan sonra yolun ikiye ayrıldığı ve navigasyon cihazının birini işaret ettiği bir yerde durduk. Yine haritalar çalışırken Şefik her zamanki serin kanlı sesi ile diğer yolu işaret etti: “Doğru yol bu; buradan gitmeliyiz”. Kulaklarımızda Şefik’in söyledikleri varken ama onun doğruyu bilme şansının olamayacağı için pek de ihtimal vermezken, navigasyon cihazına yüklemiş olduğumuz haritaya güvenmeme kararı aldık. Evet, onu kullanmayacağız; ama, ne yapacağız? Navigasyon cihazına gideceğimiz şehrin ismini yazarak yol katedebilirdik; ancak onu da kimse bilmiyor sanırken Şefik “Tabor” dedi! Eh, biz de dedik ki, “Pes Şefik, sen bütün bu bilgi ve yetilere sahipken niye bize daha sunmadın?” Şefik de gevrek gevrek gülerek “Şükredin, grubumuzun hanımları çok anlayışlılar; hiç seslerini çıkarmadılar.”
Sonuçta Şefik sayesinde doğru yola koyulduk ve fark ettik ki, yollarda Prag-Viyana bisiklet yolu tabelaları var. Ah bilseydik.
Bu kaybolma ve çözüm arayışı bize haylice zaman kaybettirdi. Navigasyon cihazlarını kapattık açtık vs. Neyse ki doğru yola koyulabildik.
Günün ve enerjimizin sonuna yaklaştıkça uzaktan Tabor’u gördük. Ne sevindik, vardık diye. Ama git git bitmiyor. Git git bitmiyor! Tabor bir ovanın içinde yer alıyor. Yaklaştıkça fark ettik ki, yine bir tepeye konumlandırılmış (Şefik’e göre Türklerden korkarak zamanında hep yüksek yerlere konumlandırılmış çoğu orta Avrupa şehri). Tam şehire giriyoruz, dik bir yokuş! Ama nasıl da dik!. Nasıl bir moral bozukluğu…. Neyse çıktık, zar zor onu. Tam da tepeye vardık, nereye gideceğimize dair işaretler yok. Başka bisikletçileri izleyerek oraya ulaşırız derken şehrin eski parke taşlı yolları, iniş çıkışları arasında canımız çıktıkça çıkmaya devam ederken kaybolduk. O aşamada nasıl da katlanılmaz bir durum, bu…
Zar zor kamp yerine vardık. Bisikletlerimizi kilitledik. Bavullarımızı alıp otobüse koyarken tek başıma bavulumu kaldıracak gücüm kalmamıştı; yardımla yapabildim.
Otelimize vardık. Odaya giriş için sıra beklerken konuşamadığımı, dilimi çevirmekte bile zorlandığımı fark ettim!
Neyse, duş, hızlı bir yemek, sonra bu yazı ile akşamı tamamladım. Şimdi hemen tumba yatak!
[/av_textblock]
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
Bugün sabah ilk işimiz bisikletleri kutularından çıkarıp monte etmek oldu. Her şey yoluna konduktan sonra bir tur attık. Grinzing isimli sempatik bir yere tırmandık. Üzüm bağları ile ünlü bir yer. Biraz çevreyi gezdikten sonra bir kahve molası verdik. Garsonumuzun adı Servet idi. Viyana’yı meğerse Türkler hissettirmeden fethetmişler. Yolda yön sorduğumuz kişi Türk çıktı. Dün akşam yemek yediğimiz yerin organizasyonunu sağlayan ve daha sonra arkadaşlarımızı Lunapark’a götüren (ben gitmedim, erkenden otele dönüp yattım) Türk’tü. Lunapark’a gitmeyenler iki taksiye doluştuk. Taksi şoförlerimiz de Türk çıktı! Üstelik öyle böyle değil; ülkemizdeki olayları yakından izleyen, canı rakı çekince atlayıp 3 günlüğüne soluğu İstanbul’da alacak kadar.
Sonra da Tuna nehrine doğru yola çıktık. Nehir boyu ne de güzel düzenlenmiş. Yemyeşil, sessiz, bisiklet, kaykay ve yürüyüşçüler için harika bir yol. Hava da güneşli, 30-31 C sıcaklıkta. İnsanlar mayolarını giymiş, güzel havanın, yeşilliğin, güzel Tuna nehrinin tadını çıkarıyorlardı.
Karnımız acıktı. Nehir kenarında batık şehir anlamına gelen Sunken City bölgesinde bir Yunan restoranında yemeklerimizi yedik. Karnımız doymuş olarak biraz daha gezinti yapmaya karar verdik, Tuna nehrinin ortasındaki bu adanın kenarı boyunca.
İlginç bir iş yapmışlar. Tuna nehrinin bir noktasında teleferik benzeri bir havai hat, kare şeklinde düzenlenmiş. Bir köşeden su kayağı (board) kullanan bir kişi yukarıdan asılı gelen halata tutunuyor ve halat çektikçe dört bir kenardan kayarak ilerliyor.
Oraları da gördükten sonra dönüş yoluna koyulduk. Yedi kişiydik küçük grubumuzda. Helhalde gezinti tarzındaki kullanma halinden olsa gerek, Anıl önünde yavaşlayan Derya’yı geç fark etti ve ona çarparak düştü. Kendisine birşey olmadı; ancak, bisikletinin sol fren elciği ve vites kolu kırıldı.
Bu kez bisikletçi bulmaya çalıştık. Günlerden Cumartesi ve saat 16:18. Öğrendik ki, bisikletçiler saat 16:30’da kapatıyorlar. Hiç bir yerde tamirci de bulunmuyor. Rica minnet bulduğumuz bir bisikletçiye dükkanını geç kapatma pahasına ulaştık. Onun da tamircisi yoktu; elindeki tek parça da gereksiz tuzlu idi. Gözünü seveyim memleketimin. Gece de olsa bulacağımız bisiklet onarıcılarımız olurdu, İstanbul’da olsa idik.
Her neyse, günün sonunda kısa gezinti turumuzu tamamladık; otelimize döndük ve Anıl’ın bisikletinin onarımını GBI organizasyonuna devretmeye karar verdik.
[/av_textblock]
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
Dün Viyana, Avusturya’da idik, bugün Znomo, Çek Cumhuriyeti’nde.
Biraz yolculuk bilgileri: Sabah iki kişi dışında tamamımız bisikletlerimize atlayıp etkinliğin başlama noktasına gittik. 10 km kadar bisiklet yolculuğu. Etkinlike yerine ilk varan da biz olduk. Bu sayede erkenden kayıt işlemleri, bolca fotoğraf vs. ile oyalandık. Sonunda takım kaptanı İlhan bizi topladı ve gruplara ayırırken her gruba bir de lider atadı. Derken saat 10:00 dolaylarında yola çıktık.
Gruplar, isimleri ve liderleri
İlhan bizleri biraz kendi seçimlerimize göre, biraz da yapmayı istediğimiz hıza göre ayırdı. Sonuçta, bugün bisiklete binen 22 kişiden dört ayrı grup oluştu. Grup liderlerinin bisiklete uygun navigasyon cihazına sahip olmalarını ön koşul yaptı. Bizim grupta iki kişide de bu oyuncaktan vardı. Dört grubun isimleri gazman (içlerinde bir kadının itirazı gazman ismindeki eril vurguya itirazı olduğu için gazoz’a dönüştürüldü), duman, kaptanın takımı ve kaplumbağa.
Gazoz grubu, gazı çok olup da hız yapma hırsında olanlardan oluşuyordu: Küçükali, Gökantar, Yanıkgönül, maratoncu ve Özhan Çiçek.
Duman grubu hem spor yapan, hem de sigara içenlerden oluşuyor, biri hariç. Ali abi, mali, serko ve sigara içmeyen olarak da Gököz.
Kaptanın takımında hepimizin kaptanı İlhan var. Ayrıca Serdar Cebe, Hakan Yıldırım, Anıl ve ishakkuşu da onun grubunda.
Kaplumbağa grubu, tahmin ettiğiniz gibi, bizim gruptu. Ve yine tahmin edeceğiniz gibi, grup lideri beni yaptılar. Sanırım bu seçimde rakamsal üstünlüklerim rol oynadı, yaş ve kilo gibi. Kaplumbağa grubu ismini başta Şefik koymuşsa da, daha sonra yine kendisinin isteği ile Tosbağa’ya dönüştürüldü. Grubumuzdakiler Şefik, dottoressa, Günsenin, Kerim, Okan ve ben.
Yolculuktan
Yolculuğun ilk kısımları büyüleciydi. Geri kalan kısmını beğenmedik anlamına bunu yazmıyorum. Yalnızca ilk sanırım 25-30 km Tuna nehri boyunca sağlı sollu ilerledik. Her yer bisiklet ve yürüyüşiçin tasarlanmış. İnsanlar güven içinde ortamın tadını çıkarıyor. Bu ortamda herkes kolaylıkla bisiklete biner; öyle de yapıyorlar zaten. Çok güzeldi. Yemyeşil, sessiz (kuş seslerini saymazsak), tertemiz, ve su boyu ilerledikçe ayrı güzellikte görüntüler. Yıllar önce Avrupa’da daha çok kullanılmış olan nehir tekneleri, kimisi belli ki artık pek kullanılmıyor, kimisi de modern zamanların gezinti tekneleri gördüke gözümüzü okşayan görüntülerdendi.
Derken nehirden ayrıldık. Yolun geri kalan kısmı büyük oranda köy yollarından geçerek oldu. Ama ne köyler… Tertemiz, çok bakımlı, ekinler çok düzgün ve çok sessiz. İrili ufaklı bu köylerin hemen tamamında da iri gövdeli kiliseler dikkat çekici.
Bu arada belirtmeliyim. Avrupa’yı gezdikçe insanın dikkatini çeken başka bir özellik de bu köylerin- kasabaların Pazar günkü (bugün Pazar) tenhalıkları, adeta terk edilmişlikleridir. Öyle ki, insana soğuk gelir, her yer ne kadar temiz ve düzenli olsa da. Oysa Türkiye’de, canım memleketimde, Pazar günü dedin mi, her yer cıvıl cıvıldır. İnsanlar sokakları doldurur. Bütün esnaf Pazar günü bayram eder, simitçisinden börekçisine, kitapçısından bütün dükkan sahiplerine.
Neyse, yine yolculuğumuza dönersek, yolu navigasyon cihazı olmasaydı biraz zor bulurduk. Bir kez de yol inşaatı bizi yanılttı. Önce kaybolup sonra yeniden yolumuzu bulduk.
Bu arada grupta kopma olmaması için çok dikkat etmek gerekiyor. O nedenle baştan grubu sıraya soktum. En önce ben, beni izleyenler de sırasıyla Şefik, Günsenin, Kerim, Dottoressa, ve Okan. Adımız lider olunca da iş başa düşüyor. Hem tempoyu ayarlamak gerekiyor, hem de kopuklukları engelelemeye çalışmak, olursa da hemen fark edip beklemek. Baştan anlaştık, uzun yollar katedeceğimizi göz önünde bulundurarak hırsımıza kapılmayacak ve çok da hızlı gitmeye çalışmayacağız.
Başta düz yollarda 22 km/st hızla giderken arkalardan Okan’ın ilettiğini tahmin ettiğim istek geldi; daha hızlı gidelim. Okan içimizde en formda olanı. Onun hakkı gazoz grubu idi, ya her neyse. Yol boyu bir iki kere de sordum kendsine; “nasıl, sıkılyor musun?”. “Yo” dedi, “müziğimi açtım dinliyorum”. Geri kalanı da hoşnut olunca hepimize uyduğunu düşündüğüm bir tempoda pedalları basmaya sürdürdük.
46. km.de bir durak yeri vardı, GBI tarafından kurulan. Oraya vardık, biraz soğuk içecek ve enerji
besinleri almak üzere. Öğrendik ki, ilk varan bizmişiz. Tosbağalar grubu herkesten önce ilk 46 km.yi tamamlamıştı! Nasıl oldu,; sormayın. Kestirme yol falan da kullanmadık. Bizden sonra gelenlere de cakamızı sattık elbette.
Grubun iki yaramazı bir yerde durduğumuz sırada, fazladan oyalanmışlar. Tam da o sırada irice bir kasabadayız. Biz dört kişi 200 mt kadar iki dönüşlü yolu katettiğimiz sırada fark ettik ki, ikisi eksik.. Kim bu iki yaramaz; tahmin etmiş olmalısınız: Şefik ve Okan. Grup liderine iş düştü tabii. Hemen diğer üçünün durmasını istedim. Geri dönüp onlara baktım ki, onlar başka bir yola sapmışlar ve belli ki hızla bize yetişme çabasıyla ilerliyorlar. Kan ter içinde onları yakaladım ve geri gruba getirdim. Şefik bekleyenlere ne dese beğenirsiniz: “babam bizi buldu ve getirdi!”
Yeniden yola koyulduk Okan arkalarda bu tempodan sıkılmış, bir yandan bisikletini kullanırken br yandan çantasından müzik kolonlarını çıkarıp gidona takmış ve dinlediği müziği hepimize dinleterek yol almakta. Neler neler dinledik. Ama hepimizi anılarına döndüren bir tanesi idi: “Hotel Califormia”.
Ve, sınıra geldik. SInırda herhangi bir kontrol yok. Görevlilere el sallayarak geçmeden önce tabelada resimleri çekmeyi ihmal etmedik. Resimleri çekerken bir de İtalyanlar geldi ve az daha dottoressayı kendi gruplarıyla birlikte götürüyorlardı.
Sonra Çek Cumhuriyeti yolları. Bir nehir kenarı boyunca ilerleyerek Znomoyu uzaktan gördük. Znomo bir yamacın üstüne konumlanmış, tipik ve iyi korunmuş bir orta Avrupa kenti. Son kilometrelerde sıkı bir tırmanışla finiş noktasına ulaştık. Finiş çizgisine ilk girenler de grubumuzun iki kadını oldu: Günsenin ve Dottoressa.
Böylelikle günü tamamlamış olduk.Şimdi sıra yorgunluğumuzu iyice atıp yarına hazır olmakta.
[/av_textblock]
[av_textblock size=” font_color=” color=” av-medium-font-size=” av-small-font-size=” av-mini-font-size=” av_uid=’av-jijwddsc’ custom_class=” admin_preview_bg=”]
Çocukluğumuzda okumuş ya da dinlemiş olduğumuz bir mesaj vardı. Güneş ve rüzgar yolda paltosu ile yürüyen bir adamın paltosunu çıkarmaya iddiaya girerler. Rüzgar çok iddalıdır ve eser de eser. Ama iddiayı güneş kazanır.
İşte o rüzgar bu kez bize dedi ki, “Yahu, günlerdir yok yağmur dediniz, yok güneş. Bakıyorum beni unutmuşsunuz. Blogda hiç benden söz ettiğiniz yok. Yok o kadar beni ihmal. Alın bakalım size bir estireyim de o blogunuzda ben eksik olmayayım”.
Bugün çok yorgun hissettim kendimi sabah. Dün yeterince erken yatamamış ve yeterince dinlenememiştim. Bugün de 143 km. yolumuz var yapacak. Gözümde de büyüyor; ama, öyle böyle yaparım herhalde dedim kendi kendime.
Biraz da geç çıkmamız gerekti. Bugün de Gököz bana eşlik edecek, biz de düşük tempo yolu birlikte tamamlayacak idik. Gököz gözlüğünü otelde unutmuş olduğu için atladı bisikletine; bir 20 km. daha yapıp benim yanıma döndü ve “haydi, yola çıkıyoruz” dedi. Yola koyulduk. Biraz yokuşlar var. Bacaklarım çok nazlanıyor; basmak istemiyorlar. Neyse bir yirmi km. kadar yol aldık. Bir kısa mola. Biraz daha giderken kuzeye yöneldik ve açıkta rüzgar efendi bizi karşıladı. Karşıladı derken, karşıdan karşıdan. Giderek düştüğümü fark ettim.
Karar verdim, bu parkuru tamamlayamayacağım. İyi de, Gököz ne olacak? O her ne kadar bana eşlik ediyorsa, benim de ona göz kulak olmak görevim var. Bu arada belirtmeliyim, Gököz çok iyi bisikletçi. Pire gibi adam. Bisikletin üstünde dans ederek gidiyor. Adeta oyun oynuyor bisikletiyle. Yokuş mu; önemli değil. Ayağa kalkıp götürüyor bisikletini. Bozuk zemin mi, yine öyle.
Gököz ile bir tren istasyonu bulduk. O benim tren durumumu netleştirinceye kadar yanımdan ayrılmadı. Sonra da bastı pedallara, gitti. Sonradan öğrendim ki, 2 saat kadar sonra ekip arkadaşları mali ve Serko ile buluşmuş; çok gecikmeden de varış noktasına geldiler.
Bense trende yorgunlukla uyuyakalmış ve ineceğim durağı kaçırmışım. Her ne ise, sonuçta hiç de eziyet çekmeden varış noktasına ulaştım ve kendime biraz proteinli gıdalar aldım, yedim ve bolca dinlendim.
Şefik bugün ilk 50 km.yi otobüsle gitme seçeneğini kullandı. Sonrasında Anıl, Karakaş, ishakkuşu, Ali abi ile birlikte düz yollarda iyi tempo ile gelmişler. Bir kez düşmüş ve dizinin altını hafif yaralamış.
Artık bu zorlu ve bitmek bilmeyen maratonun son gününe geldik. Bugünlük bu kadar (Not: yazacak çok şey var; yorgunluktan fazla yazamıyorum. Bu haftasonuna saklayın kendinizi).
[/av_textblock]